Metro uğuldayarak yavaşladı ve durdu. Kapı açıldı. Gözleri neredeyse görmeyen bir adam vagona bindi. Kucağında yedi, en çok sekiz yaşında bir çocuk baygın halde yatıyor. Adam sol koluyla çocuğu kavramış tutuyor, diğer eliyle de çocuğun koluna takılı serum torbasını yukarıda tutmaya çalışıyor. Beş ya da altı yaşlarında bir başka çocuk adamın pantolonuna tutunmuş, tedirgin bir vaziyette peşlerinden geliyor. Bir kütle olarak boş koltuğa yığılıyorlar. Yanlarında oturan iki kadından genç olanına bir hastane ismi söyleyip, nasıl gideceklerini soruyorlar. Kadın aktarma yapmaları gerektiğini anlatmaya çalışıyor. Adam hangi taraftan ineceklerini soruyor, gidecekleri yönü kavramaya çalışıyor. Belli ki gözlerinde ciddi problemler var. Gözleriyle göremediğini aklıyla görmeye çalışıyor. Babasının pantolonuna tutunan çocuk, öne doğru eğiliyor, abisinin dizine başını koyuyor, sessizce ağlamaya başlıyor. Olan bitenin onu çok korkuttuğu belli. Baygın çocuğun ayakkabıları ve çorapları yok, ayakları çıplak… Belli ki evden telaşla, aceleyle çıkılmış. Ama yoksulluk da var. Üstlerinde, başlarında var. Hallerinde, hareketlerinde var. Şaşkınlıklarında, korkularında var. Belli ki hikayeleri yoksulluk üstüne, dert üstüne, çaresizlik üstüne…
Genç kadın, içi acımış olacak, uzun uzun hastaneye nasıl gidebileceklerini anlatmaya devam ediyor. Yanındaki yaşlı kadın, muhtemel ki genç olanın annesi, yanlarındaki koltuğa bir dert gibi çöken bu ağırlıktan, ruhunun konforunu bozan bu manzaradan, kızının bu rahatsız edici manzaranın bir parçası olmaya meyledişinden, karanlığa, acıya, yoksulluğa fazlaca yaklaşmasından rahatsız, durmadan çekiştiriyor kızının kolunu. Genç kadın, arada bir silkeleyerek kurtarıyor kolunu ve anlatmaya devam ediyor: “Kızılay’da ineceksiniz, bir kat aşağıya inip terminale giden hatta bineceksiniz, beş durak gittikten sonra ineceksiniz, orada hastaneyi tekrar sorun, gösterirler.” Tarifinde adamın neredeyse görmeyen gözlerini evvel zaman nezaketiyle hesaba katıyor.
Adam bir yandan kadını dinlemeye, bir yandan baygın çocuğun serumunu yukarıda tutmaya, bir yandan olan bitenden ölesiye korkan küçük oğlunu sakinleştirmeye çalışıyor. Ama onu yoran, yıldıran, üstüne kâbus gibi çöken asıl şey yakasına yapışan çaresizliği… Adam en çok otuzunda… En az iki çocuğu olduğu ortada, ama sanki başka çocukları da var evinde. Onları geçindirmeye yetecek parayı kazanamadığı belli… En çok günü kurtarabiliyorlar. Her sabah, büyüyen bir badire olarak üstlerine gelmekten bıkmayan, usanmayan günü, günleri…
Sonra genç kadın, kolunu çekiştirip duran annesine dönüp söyleniyor. Sözlerinin bittiği yerde sessizlik başlıyor. Vagondaki herkes kendi içlerine çekilerek, hikâyelerinin gündelik kurgularını bozan bu beklenmedik farkın sıkıntısını yaşıyor. Bu fark: Hayat!
Bakmadan, görmeden, duymadan, hissetmeden, nereye gittiğini bildiğimiz, asla başka yere gitmeyen, asla bilinmeyen bir durakta durmayan, hayat olmayan, ama hayat gibi duran, herkesi birbirine yabancı, herkesi birbirinden uzak, herkesi herkesten ıssız bırakan o kahrolası yolculuğun, tekinsiz bir ayna gibi aniden kırılıvermesi…
Bazen ne kadar hazırlıksız yakalanıyor hayatsızlığımız hayata değil mi? Gözleri neredeyse görmeyen iki çocuklu bu çaresiz adam, sığındığımız bütün körlükleri gelip alıveriyor elimizden.
Hayat, bunun adı hayat, şükürler olsun acıyabiliyormuş meğer yaşamaktan hâlâ her yanım!